Sayın AGÜ'lüler
AGÜ Haber Bülteni’nin son sayısında Antik Roma Tiyatrosu ve Atina Okulu Fresko’ları üzerine olan yazıları okudunuz mu? Okumadıysanız şayet, bu iki bilgilendirici yazıyı okumanızı tavsiye ederim. İnsanoğlunun bugüne kadar yarattığı en güzel eserlerden bazılarını hatırlamak hepimize huzur verir zira. Ben bu yazılara baktıktan sonra aklıma o hep kafamı kurcalayan sanat ve gerçek sorunsalı geldi. Sonra bu ayki yazım için de sizinle bu konuda düşüncelerimi paylaşmak istedim.
Öncelikle hepimiz biliyoruz ki sanatın ortaya çıkışı hayli işlevsel. İlk insan topluluklarının doğayla kurdukları ilişkide doğanın güçleri müdahil olabilecekleri inancından kaynaklanıyor. Bu güçlere müdahale edebilsinler ki, yağmur yağsın, insanlar hayvanları kolayca avlayabilsin ya da kötülükler insanlardan uzak dursun. Dolayısıyla ilk sanat eserlerinde gerçeklik kaygısından ziyade, çoğunlukla arzu ettikleri olayı sembolize eden sanat eserleriyle yetinmişler. Benzer bir kaygı asıl olarak Mısır’da, ölümden sonra dirildiklerine inanılan firavunlarda da karşımıza çıkar. Bu resimlerde de belirli bir firavundan ziyade, insanın en bilindik özellikleri resmedilir, ki böylece insan ölümden sonra dirildiğinde en bilindik özelliklerini kaybetmesin.
Böylesi bir sanat anlayışını ilk değiştiren toplum ise Antik Yunan iken, söz konusu değişim kent devletlerinin ve bu devletlerde ortaya çıkan aslında hayli dışlayıcı bir demokrasi anlayışı ile ilgilidir. Bu devletlerde ilk defa birey sorunsalıyla karşılaşırız ve artık toplulukların bazı genel özelliklerinden öte sanat bireylerin kendilerine has fiziki ve ruhsal özellikleri ile ilgilenmeye başlar. Bu anlamda sanat sadece işlevsel olmaktan çıkar ve sanat eserlerinin işlevinden bağımsız olarak bir güzellik yansıttığı düşüncesi doğar. Tam da bu noktadan sonra, sanatın toplumsal ilişkilerin yansıması olan bir insan yaratımı ürün değil de, bu toplumsal ilişkileri biçimlendiren özerk bir alan olarak ortaya çıkmasıyla karşılaşırız. Antik Yunan’da sanat kendi dünyasını inşa etmeye başlamıştır artık…