AGUNews

Mart 2024, Sayı 84

Doç. Dr. Özgür Balkılıç ile 18 Mart Çanakkale Zaferi Röportajı

Betül Akarsu Mart 2024, Sayı 84 5253
Doç. Dr. Özgür Balkılıç ile 18 Mart Çanakkale Zaferi Röportajı

Merhabalar Özgür hocam, hoş geldiniz. Öncelikle klasik sorumuzdan başlamak istiyorum. Okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız?  

Merhabalar. Çok teşekkür ederim AGÜ haber bülteninin benimle görüşme talebi için, onur duydum. İsmim Özgür Balkılıç. Abdullah Gül Üniversitesi Sosyoloji bölümünde çalışıyorum. Yaklaşık 5 yıldır AGÜ’deyim. Sosyoloji bölümündeyim ama bana sorarsanız “Ben tarihçiyim.” derim kendime. Fakat lisans eğitimim tarih de değil, siyaset bilimi ama doktoramı tarihte yaptım ve hep tarih benim ilgimi çekti. Okulda da genel olarak Avrupa tarihi, Türkiye tarihi gibi farklı boyutlarıyla tarih derslerini veriyorum.

Bugün sizinle bu yıl 109.uncu senesini anacağımız 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü hakkında konuşmak için bir araya geldik. Bu savaşın tarihteki yeri ve önemi hakkında bizlere bilgi verir misiniz?

Çanakkale Savaşı önemli, özellikle birkaç açıdan önemli bana sorarsanız. Bildiğiniz gibi bu bir dünya savaşı. Bir yazarın da dediği gibi “Savaş politikanın başka araçlarla yürütülmesidir.” Dolayısıyla savaşların stratejik önemleri vardır. Küçük çatışmalar önem arz ettiği gibi, büyük cephe savaşları da çok önem arz eder. Birinci Dünya Savaşı da bunun en net, sarih bir şekilde görüldüğü savaşlardan bir tanesi. Dolayısıyla savaşın içinde bir politika da yürüyor. Öncelikle bu politikanın amacının ne olduğuna bakılmalı. Politikanın amacını da aslında tarihe meraklı okuyucularımız ve çoğumuz biliyoruz. Önemli noktalardan biri Osmanlı Devletini savaş dışı bırakmak. Çünkü Çanakkale Filistin’de, Kafkasya’da açılan cepheler gibi değil. Çanakkale, Osmanlı’nın kalbine doğru giden bir cephe ve istenen İstanbul’un ele geçirilmesi ve böylece başkenti ele geçirerek ortadan kaldırmak. Zaten herhangi bir ülkenin başkenti ele geçirildiği an, o devlet fiili olarak ortadan kaldırılmış oluyor. İkincisi ise Rusya’ya yardım götürebilmek ve devletleri sıkıştırmak. Bu açıdan Çanakkale Zaferi’nin birkaç sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu stratejiler açısından sonuçlarına bakacak olursak savaşın daha uzun sürdüğünü söyleyebiliriz. Tabii ki elbette savaşın sonunda yine Çanakkale’ye saldıran devletler savaşı kazandı ama örneğin Çanakkale Savaşı daha uzun sürmeseydi Almanya bu kadar ciddi bir sıkıntının içine düşer miydi ve sonrasında Almanya’da imparatorluk yıkılıp Cumhuriyet rejimi kurulabilir miydi sorularını akla getiriyor. Çünkü Almanya’nın daha erken savaş dışı kalma ihtimali vardı ve belki de savaş uzamasaydı imparatorluk bu kadar tahrip olmayacaktı. Bunu keza Rus İmparatorluğu için de söyleyebiliriz. Tabii Rus İmparatorluğu’nu yıkan şey sadece savaşın kendisi değil çünkü orada biri şubat ayı diğeri ekim ayı olmak üzere iki devrim gerçekleşti. Öte yandan savaşın uzaması birçok devleti de çok tahrip etti. Biz bunu dünya uluslararası siyasetinden biliyoruz. Emperyalizm dediğimiz olgu bir hiyerarşi olarak var etmiştir kendini ve emperyalizmin bir baş lider devleti olur çoğu zaman dünya tarihinde. Bunun başını da bir süre ABD’den önce İngiltere çekmiştir. Ama İngiltere’de artık bu savaştan sonra, 1945’e kadar yani Amerika liderliği devralana kadar, eskisi kadar kuvvetli bir devlet değildi. Dolayısıyla savaş bu kadar uzun sürmeseydi belki de İngiltere hakimiyetini 1918-1945 arasında daha etkili bir biçimde sürdürebilecekti ve böyle bir denge durumu da olamayacaktı. Bir başka açıdan bizim kendi ülkemiz için de bakmak gerek buna. Sonuçta aynı şey oldu. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ama belki de Çanakkale’nin bizler için önemini burda görmek lazım. Tarihçilikte tarihi geriye doğru okuma yöntemi kötü bir yöntemdir ama belki de bu bizim Kurtuluş Savaşı'mızın öncülüğüydü. Çünkü bildiğiniz üzere 19. yüzyılın başına kadar Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’nın önemli devletlerinden biriydi. Bazı tarihçilerin abarttığı gibi dünyanın en büyük devleti diyemeyiz tabii ki önemli bir güçtü. Fakat 19. yüzyıldan itibaren başka önemli güçlerin karşısında geriledi ve başka güçler kendi taleplerini ya da isteklerini Osmanlı İmparatorluğu’na daha kolay dayatabildiler. Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıldan itibaren bu dayatmalara cevap veremedi. Bu demek oluyor ki Osmanlı Devleti o dönemde kendi egemenliğini koruyamadı ve bu durum iktisadi, kültürel gibi farklı şekillerde ortaya çıktı ama bizim en çok bildiğimiz şey toprak kaybı. Bu toprak kayıplarının ardından Osmanlı İmparatorluğu bir dağılmaya doğru gitti. Bizler bunu tarih yazınından biliyoruz ki bu durum özellikle Balkan Savaşları sonrasında çok hızlandı. Elbette Osmanlı İmparatorluğu çok büyük bir imparatorluktu ve İran’a, Orta Doğu’ya, Kuzey Afrika’ya kadar yayıldı ama bizler yine tarihçilerin çalışmalarından biliyoruz ki Osmanlı’nın hem kuruluş hem de gelişme merkezi büyük oranda Balkanlar, İstanbul ve Batı Anadolu’dur. Balkan Savaşları bu duruma ciddi bir darbe vurdu. Yani Balkanların kaybedilmesi imparatorluğa her açıdan ciddi bir darbeydi ve Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na girmesinin temel gerekçelerinden biri oldu. İttihatçıların savaşa girme amacı Balkan topraklarını geri alıp imparatorluğu eski şanlı günlerine entegre edebilmekti. İmparatorluğa örneğin Filistin’den, Kafkasya’dan gelecek bir darbe imparatorluğu dağıtıcı bir etkide olmayabilirdi. Gerçi Kafkasya’dan ciddi bir darbe yedik sizlerin de bildiği gibi. Enver Paşa ve 90 bin askerimiz Sarıkamış’ta çok vahim bir şekilde hayatını kaybettiler. Fakat Çanakkale’den gelen bir darbe imparatorluğu dağıtırdı çünkü Çanakkale’nin hem kendi konumu itibariyle hem de sonrasında İstanbul’un alınacak il olması itibariyle. Bu sebeple bu bir nevi kurtuluş savaşıydı. Analitik olarak öyleydi. Ve gerçekten anılarda da böyleydi bu durum. Hem Çanakkale Savaşı’nın bu kadar değerli olması hem de Mustafa Kemal isminin bu kadar ön plana çıkması önemliydi ve muharebelerde Mustafa Kemal çok büyük bir önem arz ediyordu. Zaten Mustafa Kemal rolünü hepimiz biliyoruz ki 1919’dan sonra bir kez daha sürdürdü. Yine Kurtuluş Savaşı’ndan biliyoruz ki bu savaşın aslında iki boyutu vardır. Amaçlardan biri dış düşmana karşı verilen tavır. Çünkü amaç dağılan bir imparatorluğu ve kaybedilen toprakların en kötü ihtimalle bir kısmını alıp tekrar siyasi bir yapı kurabilmekti. Dolayısıyla o kaybedilen toprakların tıpkı Balkan Savaşı'ndaki yahut önceki savaşlardaki gibi tekrar bir siyasi yapının oluşturulması için geri alınması niyeti var. İkincisi de imparatorluğa karşı verilmiş bir savaş: Cumhuriyet. Cumhuriyetçi bir savaştı o çünkü başka bir devlet kuruluyordu. İmparatorluk değil, imparatorluğu koruyalım diye verilen bir savaş değildi. Ve tabii ki bu hikaye biraz da savaş gerçekleşirken ortaya çıkıyor. Belki saray, işgalcilerle iş birliği yapmak yerine Kurtuluş Savaşı’nda, Mustafa Kemal ve taraftarlarının ya da işgale karşı çıkanların yanında yer alsaydı hikaye başka mı olurdu tartışılır. Fakat imparatorluk işgali destekleyecek şekilde işgalcilerin tarafında yer alınca, Mustafa Kemal ve taraftarları ve diğerleri (çünkü herkes Mustafa Kemal taraftarı değildi Kurtuluş Savaşı’nda) başka bir devlet kurma savaşını da bir anda vermek zorunda kaldılar yahut bu niyetlerini imparatorluğun bu davranışı pekiştirdi, diyebilirim. Böyle iki tane önemi var. Belki de hakikaten bir açıdan Kurtuluş Savaşımızın öncülü olarak görülebilecek, Cumhuriyetimize giden yolda önemli bir mihenk taşı olarak görebiliriz Çanakkale Zaferi’ni. Fakat tarihçilerin tarihi geri okuma yanlışını da parantez içine alarak bunu söyleyebiliriz.

İlk sorunun içinde biraz bahsettiniz hocam ama ben ayrı olarak da sormak istiyorum: 18 Mart Türk milleti için neden bu kadar önemlidir?

19. yüzyılda yapılan milliyetçilik hareketlerinden bahsederiz, bilirsin, imparatorluğu da dağıtıcı etkilerde bulunan bir harekettir aslında bu. Evet doğru, onlar “milliyetçi” hareketler fakat bir taraftan da onlar büyük oranda köylü isyanları. Yani Osmanlı’nın kendi millet sisteminden yahut o dönemde bulunan farklı grupların, farklı köylülerin örgütlenme sisteminden kaynaklı olarak çıkan sorunlara (özellikle vergiden kaynaklı sorunlara) köylüler bir cevap veriyorlar. Aynı zamanda bütün bunlarla beraber kendi egemenlik alanlarını inşa etmeye çalışan siyasi elitlerle karşılığını buluyor. Kendi egemenlik alanını inşa etmek ne demek derseniz Osmanlı için bu siyasi elitleri düşünürsek, ilki Osmanlı’dan özerklik kazanmak. Yani iç işlerimizde özerk olalım, dış işlerimizde size bağlı olalım, istemişler çünkü Osmanlı ile bu elitlerin karşılıklı alışverişleri var. İkincisi ise bağımsızlık kazanmak. Artık bu durum kavganın şiddetine göre değişiyordu. Dolayısıyla o köylü grupları bu siyasi elitlerle beraber Osmanlı’dan özerlik kazanmaya başladığında ya da Osmanlı’dan ayrılmaya başladığında bir de Anadolu’da kalan bir köylü grubu vardı. Bu durumda onlar ne yapacak sorusunu soruyoruz biz kendimize. Çünkü topraklar gitgide daralmaya başlıyor onlar için. Dahası, ne yazık ki bu topraklar için de bir mücadele başladı o dönem. Tarihin gerçeği bu. Bir tarafı daha haklı bulduğum için söylemiyorum bunu. Bizim coğrafyamızda yine ne yazık ki böyle mücadeleye başlayan üç dört tane grup var: Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve Türkler. Başka gruplar da var tabii ama büyük ana grup olarak bu grupları sayabiliriz. Siyasi elitler bir dönem özellikle Ermenilerle “Türkleri” temsil eden gruplar ittifak yapsalar da (özellikle İttihat Terakki örneği) bir zaman sonra bu ittifak dağılınca birbirlerine düşmeye başlıyorlar ne yazık ki, düşmanlaşıyorlar. Dolayısıyla Anadolu köylülerinin ciddi bir kısmı için ölüm kalım savaşlarına dönüşüyor mesele. Bunu çok takdir ettiğim için söylemiyorum ama böyle dönüşüyor süreç ve ellerinde başka tutunacakları bir şey yok. Biliyoruz ki köylülerin de bir kısmı aslında daha önce de bir ölüm kalım savaşı vermiş insanlardı: Balkanlarda ve Kafkasya’da. Bu köylünün ciddi bir kısmı da sürgün aslında. Ya Balkanlardan sürülmüş ya da Kafkasya’dan sürülmüş insanlar. Anadolu’da 12.-14. yüzyıllardan sonra elbette Müslümanlar çoğunlukta ama 19. yüzyılın başlarında daha fazla bir Müslümanlaşma görüyoruz. Dolayısıyla bütün bunlarla beraber halk için bir ölüm kalım savaşına dönüşüyor mesele. Ve Çanakkale’de yine benzer bir tablo var. Belki halkın kendisi için durum böyle değil çünkü topraksız köylü de çok ama küçük toprak sahipleri için, büyük toprak sahipleri için çünkü “Ermeni, Rum ya da başka bir siyasi oluşumun” kurulması demek topraklarını kaybetme ihtimali demek aynı zamanda. Dolayısıyla bu toprak kavgasının aldığı siyasi biçim, diyelim bu milliyetçi söylemlere, önderliklere, hareketlere. Başka bir yönüyle de biz biliyoruz ki özellikle 1923’ün toplumsal tabanı, bürokrasidir. Neden? Çünkü devlet gidince bürokrasi tehlikeye düşer. Bir tabanı büyük toprak sahipleridir, diğer tarafı da her ne kadar Rumların ya da Ermenilerin gerisinde kalsa da kasabalı ya da kentli eşraftır, tüccarlardır. Bu üç grup bizim Kurtuluş Savaşımızın toplumsal tabanını oluşturuyor ve tabii ki bu gruplar da köylüleri harekete geçirirler. Siyasi önderlik burdadır ve Cumhuriyet’ten sonra bu siyasi önderlik üzerine inşa edilir. Dolayısıyla Çanakkale biraz da bu toplumsal yapının kendini ayakta tutma çabasının bir öncülü olarak görülebilir. Bizim 1923’ten sonraki toplumsal yapımız büyük oranda bu temel üzerinde ilerledi ve ondan sonra ticari kapitalizmin yanına bir sanayi kapitalizmi eklendi. Tarımda da benzer şeyler oldu, köylüler işçileşmeye başladı ama bu toplumsal yapının siyasi önderliğinin önderliğinde kendi varlığını, bu hiyerarşik yapının kendi varlığını, koruma çabasıydı. Türk milletinin inşasında önemli bir süreçti.

Bu yazıyı okuyacak akranlarım ve diğer gençler için bu savaşın önemi ve verdiği mesajlar hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Bence bu savaşın verdiği mesajlar çok net. Birçok açıdan net. Sadece toprak bütünlüğü açısından değil, birçok açıdan net. Bizler farklı şekiller ve farklı nedenlerle 18. yüzyıldan itibaren, belki bilerek isteyerek değil ama biraz önce bahsettiğim toplumun siyasi önderliği yahut toplumu siyasi olarak yönetenler (siyasetçiler, sermaye sahipleri, zengin insanlar) ve onların da tercihleri ve çıkarları doğrultusunda biz büyük oranda hem devletin hem de 18. yüzyıldan sonra hiyerarşinin içinde yer alma uğruna ülkenin egemenliği hususunda fedakarlıklarda bulunmaya başladık. Bu fedakarlıklar toprak oldu, egemenlik oldu, ülkemizin kaynaklarını dışarıya aktarma oldu. Çanakkale, bence bütün bu süreçte birbiriyle eşzamanlı ilerleyen ama birbirini destekleyen bütün bu süreçlerde dış egemenliğin hangi boyutlara gelebileceğinin aslında bir göstergesi ve sonucuydu. Dolayısıyla bunun için iyi bir cevaptı Çanakkale. Dışarının egemenliği öyle kolay kolay kabul edilecek bir şey değil çünkü dışarı da aynı zamanda sizin üzerinizde, sizin halkınız üzerinizde bir egemenlik kurmuyor, kaynaklarınızı sömürmeye geliyor. Halkınızı da kullanarak yapıyor bunu ve en son bunu İliç örneğinde gördük. Bazen de insanların canı pahasına sömürmeye geliyor. Bunun aldığı sonuçların ve ülkenin verdiği cevabın bir göstergesiydi. Biz bunun hikayesini bundan hemen üç dört yıl sonra yaşamaya başladık ve buna karşı tekrar bir cevap verebildik. Ve bu konuda da 1945’e kadar, yani İkinci Dünya Savaşı ortamına kadar da hep dikkatli olduk. Elbette yine emperyalist sistemin bir parçasıydık ama kendi iç üretimimize odaklandık, dış ilişkilerimizde daha dikkatli adımlar attık, 2. Dünya Savaşı’na kadar daha dengeli politikalar izlemeye çalıştık. Bir barış politikası izlemeye çalıştık ve başka ülkelerin egemenlik haklarına saygı duyarak yaptık bunu. Yani herhangi bir ülke için “Biz bu ülkenin egemenliğini beğenmiyoruz.” deme gibi bir durumumuz yok, o ülke kendi halkına “zulmetse” bile. Hiçbir zaman o bölgeye “asker gönderelim, silah gönderelim, o ülkenin iç işlerini değiştirelim.” demedik. O ülkenin egemenlik hakkına saygı gösterdik. Bu anlamda coğrafyamızda gerçekten barışçı ilişkiler geliştirdik. Bence Çanakkale Savaşı ve sonrasında gelişen hikaye. Çünkü bağlantılı görüyorum ben biraz önce söylediğim gibi. Ülkemizin her anlamdaki (iktisadi, toplumsal, kültürel...) egemenlik haklarının önemini gösteriyor. Mesela bunun bir örneği var, çok uzağa gitmeyelim. Her yerde İngilizce tabelalar var. Niye? Bizim coğrafyamızda iki üç tane konuşulan önemli dil var. Bunlar olsun. Türkçemiz tabii ki önce, sonra bizim ciddi bir Kürt nüfusumuz var ve onların da dilini biliyoruz ki Kürtçe’dir. Öbür yandan, beğenelim yahut beğenmeyelim, ciddi bir Arap göçü geldi bizim ülkemize son 7-8 yılda, bu yüzden Arapça konuşuluyor. Bunlar genelde bizim coğrafyamızda insanların konuştuğu ana diller. Öte yandan tabii ki İngilizce önemli ama bu diller ana dillerimiz bizim coğrafyamızda. Dolayısıyla bu konularda daha dikkatli daha hassas, kendi kültürümüze kendi kültürümüzün güzel özelliklerine (her özelliğine değil tabii ki) odaklanmalıyız. Daha insancıl, iyi niyetli özelliklerine sahip çıkarak kendi ekonomimizi, ülkemizin ekonomisini dışarıya ya da dışarıyla işbirlikçilik yapan içeriye de devretmeyerek, kendi ekonomimiz bizim halkımız için kullanarak, kendi kaynaklarımızı halkımızın çıkarı doğrultusunda kullanarak, dış ilişkilerimizde çok dikkatli olarak (hiçbir devletin, adı ne olursa olsun, yönetim biçimi ne olursa olsun egemenliğine girmeden ama onların da egemenliğine karışmadan) bir anlayış geliştirmek önemli. Bence mesajı bunlardı, Betül. Bizim AGÜ öğrencilerimizin ya da gençlerimizin bir şey öğrenmesi gerekiyorsa bence mesajımız buydu. Buna uygun bir siyasal sistemin gerekliliğini bize gösteriyor yoksa işin ucu yok oluşa kadar gidiyor.

Verdiğiniz bilgiler için ve bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz hocam.

Rica ederim.