Üniversitemizin kadın akademisyenlerinden İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Armağan Teke ile Dünya Kadınlar Günü nedeniyle röportaj yaptık. Röportajımızda hem Dünya Kadınlar Günü’nün önemini hem de toplumsal cinsiyet sorunlarını konuştuk.
Elanur: Merhaba Armağan Hocam, röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için öncelikle çok teşekkür ederiz. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
Armağan Teke: Merhaba Ela, ben teşekkür ederim röportaj teklif ettiğiniz için. İsmim Armağan Teke. Siyaset Bilimleri ve Uluslararası İlişkiler bölümünde Öğretim Üyesiyim. Uzun zamandır toplumsal cinsiyet sorunlarıyla ilgiliyim. Bunun üzerine düşünüp, yazıyorum.
Elanur: Teşekkür ederiz. Bu özel günün tarihsel arka planı hakkında sizden bilgi alabilir miyiz?
Armağan Teke: 8 Mart, Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanıyor ancak tam tarihine bakacak olursak kesin olarak şu günden itibaren kutlanmaya başlamıştır diyemiyoruz. İlk 8 Mart’ın ortaya çıkışı aslında Amerika’da Amerikan Sosyalist Partisi’nin organize ettiği bir kadınlar günü çerçevesindedir. Biliyoruz ki, 20. yüzyılın başlarında tüm dünyada kadın hareketi güç kazanıyor. Kadınların bu hareketteki temel isteği de seçme ve seçilme hakkı. Bu aynı zamanda ilk dalga feminizm olarak da nitelendirdiğimiz bir süreç. Tabi burada o zamanın sosyal, ekonomik koşullarından ötürü kadınların kendi başına organize olduğu, kadın hareketinin kendi başına bazı taleplerde bulunduğu bir tarihsel altyapıdan bahsedemiyoruz. Yani bir tarihsel süreçten bahsedemiyoruz.
Bundan ziyade kadın hareketinin, çok sayıda değişik sosyal hareketle birlikte hareket ettiğini görüyoruz. Örneğin ABD’de ırkçılık karşıtı hareketle beraber ortaya çıkıyor. Kadınlar, ırkçılık karşıtı toplantılara eylemlere katılarak kendi aralarında örgütlenme deneyimi elde ediyorlar ve bir siyasi politik faaliyet yapma kültürünün içine girmiş oluyorlar. Ancak sonrasında, örneğin Amerika’da bunu görüyoruz; ırkçılık karşıtı hareket aynı zamanda bazı yerlerde kadın düşmanı hareket de olabiliyor. İşte bir delegasyon var o sırada Amerika’da ırkçılık karşıtı hareketin içinde çok aktif rol almış bir delegasyon var kadınların liderliğini yaptığı. Aynı zamanda bu delegasyon kadınların ayrıca haklar verilmesi savunan işte kadın hakları, seçme seçilme hakkı çünkü o zaman Amerika’da da siyahilerin seçme seçilme hakkının verilmesi önünde bir sosyal hareket var. Kadınlar buna destek sağlıyor.
Bu delegasyon İngiltere’de bir ırkçılık karşıtı yine siyahilerin seçme seçilme hakkını savunan bir toplantıya bir gösteriye katılmak için yola çıkıyorlar ve kadınların bu hareket içinde rolü yoktur diye Londra’dan geri çevriliyorlar. Yani şunu anlatmak istiyorum; kadın hareketi kendi başına bir hareket değil. Bu ilk yıllarda 1900’lerin başlarında başka sosyal hareketlerin içinde kendine yer edinmeye çalışıyor fakat işte bir yandan ırkçılık karşıtı hareket yapıyor. Fakat ırkçılık karşıtı olan bu hareket aynı zamanda kadın karşıtı bir hareket.
Kadınlar bir yandan sosyalist harekete destek vermek istiyor işte işçilerin iş verenler karşısında hakkını savunan sosyalist yapıya destek vermek istiyor oradan da dışlanıyorlar siz kadınsınız, kadınların bu hareket içinde yeri yok diye. İyi diyorlar kadınlar biz ne yapacağız. Bundan sonra yavaş yavaş kadınlar kendi örgütlerini kurarak kendi temsiliyet haklarını savunmaya başlıyorlar Türkiye’de de buna benzer bir süreç görüyoruz. 8 Mart aslında kadınların farklı hareketler içinde yavaş yavaş sesini duyurmaya başladığı sembolik tarih bazıları bunu Amerika’da garment workers yani tekstil işçilerinin bir direnişi ile ortaya çıktığını söyleseler de yani 8 Mart günü yapılmış bir grev, bir direniş var. Herkes bu yoruma çok katılmıyor. Diğer hareketlerin içinde kadınların kendilerine rol bulması yani 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başlaması daha çok 1960’larda yani erkeklerle eşit güce, erkeklerle iş piyasasına eşit katılım gibi hakların savunulduğu 2. dalga feminizme geçilmesiyle birlikte feminizme mal olmaya başlıyor. Çıkış noktası olarak diğer sosyal hareketlerle iç içe fakat 1960’lardan sonra feminizmin canlanmasıyla birlikte bir de özellikle 2. dalga feminizmin 8 Mart’ı kendi istekleri kendi ajandaları için kendi hakları ve özgürlükleri için kullanmaya başladıkları bir günü ifade ediyor.
Elanur: Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin geçmişi ve şimdiki durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Armağan Teke: Dünyada sosyal hareket anlamında işte bu işçi hareketleri, kadın hareketleri, ırkçılık karşıtı hareket olsun, yani sistemsel seviyede var olan eşitsizliği dönüştürmeye çalışan hareketler çerçevesinde bakıldığında feminizm çok başarılı bir harekettir diyebiliriz. 100 yıl öncesine kadar kadınların seçme ve seçilme hakkının olmadığı, kadının birey olarak kamusal alanda yer almasının mümkün olmadığı, bir yerden şu anda kadınların eşit iş, eşit özgürlük taleplerinin yanı sıra diğer siyasi taleplerini de yükseltebildiği bir sürece girdik o yüzden tamamen feminist hareket başarısızdır demek yanlış olur.
Bugün Birleşmişler Milletler gibi uluslararası kurumlar ve kuruluşlar eğer artık her brunchın da kadın bölümü kuruyorlarsa “You and I are Women” gibi ayrı bir birim kuruluyorsa, sadece kadın sorunlarıyla ilgileniliyorsa, bugün Dünya Bankası kadınlara özel mikro kredilerin önemini vurguluyorsa, kadınların en azından toplumsal cinsiyet kavramını siyasi arenanın yaklaşık bütün hepsine soktuğunu söyleyebiliriz. Bugün siyasi partiler kadro ayırıyorsa ve bunu bir zorunluluk olarak yapmaya çalışıyorsa tepki almamak için yapmaya çalışıyorsa bugün yine bir kadın cinayetinde tüm toplum yerinden oynuyorsa işte Twitter’da TT oluyorsa, kadınlar bir araya gelip o kişinin davasına takibe gidiyorlarsa ve hükümetler kadınlar hakkındaki kararları kolay kolay veremiyorsa aslında feminist mücadelesinin belli bir noktaya geldiğini söyleyebiliriz. En azından bu konudaki girişimler hiç yok, katkısız başarısız diyemeyiz.
Kadın-erkek eşitliği tam mı diye, gerçekten ne kadar bir şeyleri değiştiriyor diye baktığımızda tabi ki değil yani keşke öyle olsa. Örneğin, Türkiye’de kadınların iş gücüne katılımı istatistiklerine baktığımızda oran%34. Bunun içine görev tanımı dışındaki işleri de sokuyorlar. Örneğin, part-time işleri de dahil ediyorlar ama bir kadının iş gücüne katılımından bahsediyorsak %34’ü düşününce demek ki çok iyi bir noktada değiliz. Yine her gün kadın cinayeti haberlerine uyanıyorsak, yılda 500-600 kadın cinayete kurban gidiyorsa kadın-erkek eşitliğini yakaladığımızdan bahsedemeyiz. Aksine erkeklerin ataerkil sistem tarafından belli ayrıcalıklarının olduğu, belli şekilde şiddete başvurulması uygun görünen bir sistemden bahsediyoruz. Bu nedenle eşitlik var diyemiyoruz. Bu dünyanın birçok yerinde böyle devam ediyor.
Artık toplumsal cinsiyet konusunda az veya çok bir bilinç olduğundan bahsedebiliriz. Kadın-erkek eşit değildir demek artık kolay değil. Belki 1950’lerde 60’larda daha kolaydı gülünen bir şeydi işte erkekler kadınların araba kullanmasıyla alakalı yüzlerce şakalar yapıp çok komik bulunabiliyordu. Bir adamın karısını dövmesi “aman canım olur böyle şeyler” deyip geçiştirilebiliyordu. Bir kadının boşanması çok daha zordu, dışlanıyordu. Ama hukukta kadınların mücadelesi sonucu nafaka, miras ve miras eşitliği gibi bazı haklar çok net bir şekilde tanınmaya başladı.
Artık kadın cinayetlerine daha ağır cezalar geliyor. Daha çok olması lazım ama toplumda bazı kurumlarda toplumsal cinsiyet mücadelesi olumlu sonuçlar verdi. Hala istediğimiz yerde miyiz? Değiliz ama hiçbir yapıyı değiştirmek dönüştürmek kolay değil.
Elanur: Günümüzde kadına yönelik eşitsizliğe dair bulgular nelerdir, kadınlar günlük hayatlarında nerelerde eşitsizliğe maruz kalıyorlardı?
Armağan Teke: Şu an senin öğrenci olarak, kadın olarak karşılaştığın eşitsizlikle, Ukrayna’daki bir kadının karşılaştığı savaş sırasında karşılaştığı eşitsizlik aynı değil. Birçok yapısal eşitsizlik sistemine maruz kalıyoruz. Bunlardan en görüneni tabi ki iş piyasasına erişim. Kadınların iş piyasasına erişimi çok düşük düzeyde. Kadınlar hala birinci derecede bakım emeği verilen kişi olarak görülüyor. Hem çocukların hem de yaşlıların bakımı var bu da onların kamusal hayata katılımını engelleyen bir şey ayrıca hiçbir ücret karşılığı da yok.
Bunun yanı sıra dediğim gibi kadınlar birçok yapısal şiddete maruz kalıyor. Örneğin savaş en büyük şiddet biçimi. İşte görüyoruz erkek liderin, erkek siyasetinin ürettiği strateji mantığı üzerine kurulu savaşların en büyük mağduru kadınlar ve çocuklar oluyor. Şimdi bu da kadınların maruz kaldığı bir şiddet türü. Çünkü savaş sırasında ortaya çıkan işsizlik, fakirleşme, yaralıların ve hastaların bakımı kadınların ciddi şekilde yükünü artıran şeyler. O yüzden kadınlara karşı yapılan eşitsizliğin en büyük nedeni bir fakirlik ve yoksulluk, iki bakım emeğinin sosyal rol olarak kadınların yükümlülüğü olarak görülmesi, üçüncüsü savaş nedeniyle iş piyasasına erişim sorunu, dördüncüsü ve en net olanı da muhtemelen ataerkil sistemin kadınları daha aşağıda bir yerde konumlandırması.
Ve bu sistemin birinci faydalananı olan erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümünün, kıyafeti ve bedeni üzerinde söz söyleme hakkının devam etmesi eşitsizliklerin farklı yönleri ve hepsi de kadınların hayatlarını farklı derecede etkiliyor.
Elanur: Bu konuda çözüm arayışının temel bileşenleri sizce nelerdir, bu konuda birey ve toplum olarak bu çözümün nasıl parçası olabiliriz?
Armağan Teke: Bu problemin temel bileşeni sosyal hareketler ve feminist hareket. Bir çözüm üretilecekse feminist hareketin daha aktif, daha yoğun, daha katılımcı olması lazım. Şimdi bazı yazarlara bakarsan çocuğu nasıl yetiştirdiğine yine kadına olmadık bir görev yüklüyorsun sanki bu kadının göreviymiş gibi. Tabi bu feminist hareket bazı şeyleri değiştirmek için mücadele edecek. Bunun yanı sıra hükümetlere ve devletlere büyük rol düşüyor. Bu hukuki düzenlemeleri yaparak kadın-erkek eşitliğini temel ve ön planda tutacak şekilde kadına karşı şiddeti azaltmalılar. Kadının iş piyasasına entegrasyonunu kolaylaştırmalılar, kadının bakım emeğini bakım yükünü azaltmalılar. Bunların hepsi de aslında sosyal devlet, toplumsal cinsiyeti önceleyen toplumsal devlet olma yapısıyla alakalı. Bunu yapmaya çalışan devletler var İsveç ve Finlandiya gibi. Ama bir yandan da bunu önemsiz gören, yatırım yapmayan, kaynaklarını başka politika kalemlerine ayıran devletler de var. Bunun için hem devlete hem sosyal hareketlere iş düşüyor. Tabi bunun yanı sıra diğer sosyal hareketler mesela ırkçılık karşıtı hareket, gerektiğinde işçi hareketi ve diğer sosyal hareketler de kadınların sosyal mücadelesi olduğunu tanımalı ve buna destek sağlamalı.
Elanur: Günümüzde kadın örgütlerinin sayısı ve işlevleri yeterli mi sizce, değilse nasıl geliştirebileceğimizi düşünüyorsunuz?
Armağan Teke: Kadın örgütü sayısı tabi ki yeterli değil, daha çok olsa, daha çok alanda faaliyet gösterse harika ama çok sayıda olması illaki çok iyi iş çıkacağı anlamına gelmiyor. Yapısal değişiklikler yapılarak kadın örgütlerinin önü açılmalı. Neyi değiştirebileceği yeniden tanımlanmalı. Kadın örgütleri kadın cinayetlerinde bir sosyal baskı uygulayıp en ağır cezaların verilmesi yönünde bir baskı oluşturabiliyor veya kadın örgütleri bireysel başvurularda şiddet durumunda vs. mağdura destek sağlayabiliyor. Bunun yanında politika yapımında önemli yerdeler fakat dediğim gibi politika yapıcı tarafından sürece kadın örgütlerini dahil etmek lazım.
Kadın örgütleri bir yardım kuruluşu gibi faaliyet gösterirse politikliği önemsizleşir ama kadın hareketi politik bir harekettir. Politik bir hareket demekle şunu kastediyorum siyasetin yapılış biçimini değiştirmeye çalışır, sadece kadınlara yardım etmek için orda değildir bir yardım kuruluşu da değildir. Feminist bilincin bazı siyasi prensipler vardır. Bunları savunması hem politika yapımında hem de feminist hareketin kendini daha yaygın değişik platformlarda temsilinde önemli.