AGUNews

Kasım 2024, Sayı 86

Keşanlı Ali Destanı: Tiyatroda Bir Devrim

Ahmet Kayapınar Kasım 2024, Sayı 86 10
Keşanlı Ali Destanı: Tiyatroda Bir Devrim

Kayseri Devlet Tiyatrosu 2024-25 sezonunu ünlü yazar Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı adlı oyunu ile perdelerini açtı. Tiyatro köşesinin yazarı olarak hem oyunun prömiyerine hem de sonraki bir temsiline katıldım. Sizlere hem bu oyun hakkında bilgiler verecek, hem de kendimce izlediği temsilleri eleştireceğim.

Keşanlı Ali Destanı’nı Haldun Taner 1964 yılında yazmıştır. Oyun, “Epik tiyatro” adı verilen ve henüz Türk tiyatrosu için çok yeni sayılabilecek bir türde yazılmıştır.

Öyle ki, “Epik tiyatro” kavramı, 18. Yüzyıl sonrasında Gotthold Ephraim Lessing’in Aristoteles yorumları ile başlayıp, Goethe ve Friedrich Schiller arasındaki “tür” mektuplaşmaları ile tartışılmaya devam etmiş ve tam anlamıyla ilk kez Bertolt Brecht adında Alman bir yazar ve yönetmen tarafından derinlemesine incelenmiştir. Bu görüş neredeyse Antik Yunan’dan beri süregelen bir tiyatro anlayışını reddedecek şekilde ortaya çıkmıştır.

Gazetenin önceki tiyatro yazılarında Antik Yunan döneminde Aristoteles olarak bilinen bir filozofun, “Poetika” adını verdiği kitabında sadece şiir sanatı için değil, tragedya ve komedya adındaki oyun türleri hakkındaki düşüncelerini de kaleme aldığından bahsedilmişti. Bu kitaptan, Brecht’in karşı çıktığı düşünceler arasında, öykünün oyun içindeki çok kritik olan önemi, öyküdeki devamlılık hali, çatışmaların karakterler arasında yani bireysel düzeyde olması ve öykünün duygulara hitap ederek (özellikle korku ve acıma duyguları) seyircileri bir rahatlamaya (katharsis) teşvik etmesi sayılabilir.

Bertolt Brecht, bu fikirlerden yola çıkarak yeni bir tiyatro türüne kapı araladı. Yeni fikre göre, öykü anlatılırken, yaşanılanların sadece bir parçası gösterilmemelidir. Daha bütüncül bir çözüme ihtiyaç vardır. Çünkü geleneksel yöntemler, ele aldığı sorunları “etraflı” bir biçimde ele almaya yetmiyor. Brecht bu kuramları yazmaya başladığında psikoloji bilimi sayesinde insanın duygu ve dürtüleri anlaşılmaya başlandı. Sosyoloji bilimi sayesinde insanın toplumla olan ilişkisi iyice açıklanır hale geldi. Yani anlatılacak herhangi bir olayı “çok fazla boyutu ile” anlatma gerekliliği, “bütüncül çözümü” doğurdu.

İşte bu “bütüncül çözüm”, öyküleri tablolar halinde anlatarak aralarındaki boşlukları seyircilerin doldurmasını istemek (ki Gestalt psikolojisinin, Brecht’in kuramını olgunlaştırdığı 1930’larda bilindiği ve üzerinde çalışıldığı düşünülürse), başkarakterin yalnızca kişiler arasında değil toplum ile yaşayacağı çatışmalara da değinmek, seyircilerin duyguları yok sayılmasa da onların düşüncelerine de hitap edebilen ve onları daha duyarlı hale getirmek gibi çözümler içeren bir tiyatro kuramı idi.

Çok açılmadan konumuza geri dönecek olursak Haldun Taner 1952’de başladığı oyun yazarlığının ilk döneminde Aristotelesçi dramaturgiyi kullandıysa da bu yeni tiyatro kuramı onun da ilgisini çekmişti. Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda görülen çeşitli özelliklerin bu kuram ile kullanılabileceğini düşündü. Takvimler 1964’ü gösterdiğinde İstanbul’da Gülriz Sururi ve Engin Cezzar Topluluğu, Genco Erkal yönetmenliğinde Karaca Tiyatrosu’nda Keşanlı Ali Destanı’nı ilk kez sahneledi. Yalçın Tura’nın müziklerini hazırladığı oyun çok beğenildi. Söylenenlere göre oyuncular yirmi dakika boyunca alkışlandı. Gülriz Sururi’nin anılarında anlattıklarına göre topluluk bankaya olan borçlarını günü gününe bu oyun sayesinde ödedi. Oyunun ertesi günü gazetelerin köşe yazılarında bu oyun konuşuldu. Politik görüşleri her ne olursa olsun gazeteciler oyunun başarısından söz ettiler. Belki de tiyatro, bu memlekete geldi geleli ilk kez bu kadar “bizden” ve “batılı” olmayı başarabildi.

Keşanlı Ali Destanı’nın anlam ve önemi budur. Bir tiyatro devriminin öncüsüdür. Kayseri Devlet Tiyatrosu’nu da bu anlamlı oyun seçimi için kutlarım.

Oyundan şöyle kabaca bir bahsedelim. Oyunumuz uzak diyarların birinde yani Sineklidağ’da geçiyor. Keşanlı Ali, Çamur İhsan’ı öldürmek suçundan hapse girer. Bir müddet sonra da af çıkar ve serbest kalır. Sineklidağ’a döndüğünde halk onu muhtar yapmak ister. Olur da. Gel gör ki sevdiği kız Zilha, abisini öldürdüğü için Ali’yi bir türlü affedemez. Ali de kendisinin Çamur İhsan’ı öldürmediğini açıklamaya çalışır ama bu “anlı şanlı itibarlı” halini de bir yana atamaz. Durum böyle olunca Zilha, kendi çapında intikam almaya soyunur. Kısmet bu ya, Bülent Bey adında birinin Tarçınzade Ahsen’e kaçan eşi Nevvare tıpkı Zilha’ya benzemektedir. Bunu fırsat bilen “çatlak profesör”, Zilha’yı deneyleri için İhya Onaran’ın Köşk’üne kaçırır. Gerçek Nevvare de sonra köşke döner. Bir de Çamur İhsan’ı gerçekten vuran Manyak Cafer de ortaya çıkar. Ve olaylar gelişir. Sonunu anlatmayacağım.

Oyun, 2 perde 14 tablodan oluşuyor. Aşağı yukarı iki buçuk, üç saate yakın sürüyor. Prömiyer, oyun sonrası takdimlerle beraber üç saat civarında sürmüştü. Uzun bir oyun. Ancak gayet akıcı ve eğlenceli. İzlediğim temsiller de gayet zevkli geçti.

Tabii ki değinilmesi gereken bazı noktalar da var. Mesela bu yorumda Keşanlı yapacaklarını açıklarken halk serzenişte bulunmaya başlar. Ancak Temel söylenenlerin önüne birer rakı şişesi koyarak tabir-i caizse sus paylarını verir. Bu yorumda bu aksiyon hiç görülemediği için sahne bitimindeki Sarhoş Rasih’in şarkı sözleri havada asılı kalıyor. Şöyle ki;

At bir kemik aç kurtlara

Bütün bunlan kanmayana

İçir de rakıyı doya doya

//

Boşuna değil bu ikramlar

Var bunun elbet bir hikmeti

Serp gözlere bir mahmurluk

Ki görmesinler gerçeği

Buna ek olarak, bazı espriler oyunun uzun olması nedeniyle hızlıca geçiştiriliyor. Özellikle Keşanlı Ali’nin muhtar olma sürecinde, Ali’nin komik göründüğü bazı sahneleri hızlıca geçtiklerini düşünüyorum. Metin uzun olabilir tabi ama seyirci bunun bilincinde olarak tiyatroya geliyor. Üstelik bu oyun “uzun bir oyun sıkıcı olabilir mi?” gibi kaygıları bertaraf edebilecek akıcılıkta bir oyun. Bundan dolayı, metne biraz daha güvenilebileceğini düşünüyorum.

Ayrıca, Keşanlı Ali ile Gazetecinin bir diyalogu bu oyunda farklı yorumlanmış. Önce diyaloga bir bakalım.

Gazeteci: Kazanacağınıza emin misiniz?

Ali: Dünyada önce bileğine güveneceksin.

Gazeteci: Sonra?

Ali: Vay aval vay. Sonra yine bileğine güveneceksin.

Metinde bu diyalog bittiğinde Ali bir “para makinesi”ne yumruk atar. İzlediğimiz oyunda ise önceden vurduğu masaya tekrar vuruyor. Kanımca para makinesine yumruk atması ve oluk oluk paralar dökülmesinin bir gösterge olarak ayrı bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Ali, işin sadece bilekte değil biraz da para da olduğunu söylemez ama bir şekilde ima eder. Bu imayı yumrukla bize veriyor. İkinci kez masaya vurması ise bu anlamlı jesti boşa çıkarmış. Önceki eleştiriyi de bununla birleştirirsek şayet, oyunun “maddi çıkar” teması biraz ihmal edilmiş görülüyor.

Oyunun prömiyerinde ikinci perdenin başındaki Zilha ile Ali’nin telefon görüşmesinde Ali’nin sesi sahne arkasından gelirken, ikinci temsilde Ali’nin sesi hazırlanmış bir kayıttan verildi. Bence sahne arkasından gelmesi epik tiyatro kuralları için daha uygun görünüyor. Neticede gerçekçi olmak değil, “-mış gibi” yapmak epik tiyatronun ana kurallarından biri.

En önemlisi de epik tiyatronun çok önemli unsurlarından biri olan “projektör ile yansıtma” bu yorumda hiç görülmedi. Brecht’in ve Haldun Taner’in projeksiyon ile tablo başlıklarını ve hatta yaşanacakları yazması, seyirciye az sonra ne izleyeceklerine dair bir fikir veriyor ve onları hazırlıyor, bu sayede seyircinin karakterlerle özdeşleşmesini de önlüyordu. Epik tiyatro anlayışı ile sahnelenen bir oyundaki bu değişiklik dikkat çekici. Bu konuların sonraki temsillerde gözetilmesini çok isterim.

Bir de son olarak, özellikle şarkı söyledikleri bölümlerde bazı oyuncuların seslerini duymakta özellikle arka sıralardaki seyirciler zorluk çektiler. Ben F ve G sırasında oyunu izlediğim için zorlanmadım. Size de tavsiyem mümkün mertebe ön sıralardan oyunu izlemeniz olacaktır.

Son olarak, bir eleştiri diyemesek de değinmem gereken bir nokta var. Oyunda Suhandan Gülperi kendini seyirciye tanıtırken “Türkiye’nin Elsa Maxwell’i” diye tanıtır. Elsa Maxwell özellikle 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde partiler organize eden, bu partilere farklı oyunlar ekleyen bir kişilik. Haliyle, “dedikodu yazarı” unvanı da mevcut kendisinde. Bu söz seyirciyi fazla etkileyemiyor çünkü onlar bu kişiyi bilmiyor. Türkiye’de ve bu devirde, kendisinin muadili olabilecek hiç kimse olmadığı için metni bu duruma göre düzenlemek mümkün değil. Bu yüzden bu konuda eleştiri yapamayız. En azından bu yazıyı okuyan seyirciler bundan sonra bu oyunu izlediklerinde bu göndermeyi anlayabilecekler.

Bir yandan da güzel ve başarılı bulabileceğimiz şeyler de yok değil. Mesela Zilha ve Ali’nin konuşması sahnesindeki canlı dekorlar yani ağaçlar. Seyirciyi de eğlendiren bu buluş benim de çok beğendiğim bir uygulama olmuş. Ayrıca dekor tam da metnin istediği özelliklere uygundu. Evsiz pencereler, kukla hayvanlar, paravandan yapılma evler; bu dekorlar epik tiyatronun gereklerine gayet uygundu. Özellikle kukla kedi ve “Karabaş”, “Şamama”, telefon konuşmalarında ve Nevvare-Zilha karşılaşmasında kullanılan kuklalar çok güzel buluşlardı. Danslar ve koroyla söylenen şarkılar yeterince çalışılmıştı, üzerine düşünüldüğü belliydi. Orkestraya da parantez açmadan edemeyiz. Oyunla gayet koordineli bir şekilde çaldılar ve oyuna çok güzel bir şekilde eşlik ettiler.

Kayseri Devlet Tiyatrosu, bu oyunla cesur ama güzel bir açılış yapmayı başardı. Cesaretini müzikal seçmekten alan bu oyun, akıcılığı ve anlatımdaki başarısı ile güzel anlar yaşattı hepimize. Eğer ki bu yazıyı oyunu izlemeden okuduysanız bu yazının oyunu yalnızca kısmen açıkladığını hatırlatmak istiyorum. Hala tadını çıkara çıkara izlemeniz mümkün.  Yönetmenin, koreografın, ışıkçının, sesçinin, kukla oynatıcıların, orkestranın her bir ferdinin, oyuncuların her birinin ve burada sayamadığım emeği geçen herkesin emeklerine sağlık diyor, oyunu izlemediyseniz izlemenizi, izlediyseniz de bir daha izlemenizi kesinlikle tavsiye ediyorum. Siz okuyucularıma da güzel ve tiyatrolu günler diliyorum. Sevgiler. 

Kaynak: Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü