Bir taraftan yazılarımın birbiri ile bağlantısını korumayı amaçlarken diğer taraftan da aklıma gelen ve sevdiğim her bilgiyi aktarmak isteyerek fakat yine de tarihsel bağlantıdan şaşmadan bu ayki yazıma başlıyorum. Edward Hopper'ın bu resmine baktığımda beynimde hızla Tharp'ın “Sanat evden çıkmadan evden kaçmanın tek yoludur.” sözü yankılandı.
1952'de, yatağında oturmuş, yüzüne ışık düşmüş karısını resmeden Hopper'ın da kaygısının bundan farklı olduğunu düşünmüyorum. Resimlerini ürettiği dönemde Amerika'nın insanlarının günlük yaşamını ve toplumda bireyselleşmeyi, toplum içinde izole olmayı anlatan belki de ilk ressamdı Hopper. Dönemin Pop Art akımına ait eserleri havada uçuşurken İdealist ve Neoklasik eserler üreten ressam, zaten kendi döneminde bile farklı olmayı başarmıştı.
Figüratif çalışmalarını yatay bir perspektif üzerine inşa eden, tipik olarak şehirleşmiş yapılarda bulunan figürleri gece vakitleriyle buluşturan ressamdır Hopper. Eserleri, sanki gündelik hayata devam edilirken fotoğraflanmış sıradan anlar gibidir.
Pencere serisinin bir parçası olan Sabah Güneşi de tıpkı diğer resimleri gibi anlık bir hafızayı belgeler. Camdan dışarısı şehrin içidir ve güneş doğrudan Jo'nun yüzüne vurur. Bazı yorumculara göre Jo'nun gözü, toplumdan ayrılığı anlatmak için kör çizilmiştir. Öte yandan yalnızlığın yorgunluğun ve çaresizliğin bedene vuran bir yansıması olarak Jo'nun kendine çekilmiş dizleri, dizlerine sarılmış kolları ve çökmüş postürünü görmek mümkündür.
Resmin merkezini alan ışık pencereden Jo'nun yüzüne oradansa duvara yansıyarak renklerin soğukluğunu az da olsa kırıyor.
Arka planda duvarın, odanın içinin ve yatağın hiçbir şekilde kişiselleştirilmemiş olduğu görülür. Bu da bulunan mekana aidiyet hissinin zayıflığı ile bağlantılıdır. Bulunduğu şehre ve eve yabancılaşma yaşayan Hopper, eşi Jo'yu da aynı perspektifte resmetmiştir.
Sözün özü, yabancılaştığı evinin, şehrinin, hayatının içinden çıkmadan, kaçmadan, kaçmayı başarmıştır.