Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Ben 2010 yılında Ankara Üniversitesi Fizik Mühendisliği'nde lisans mezuniyetimi aldım. 2014 yılında Abdullah Gül Üniversitesine araştırma görevlisi olarak girdim. Yüksek lisans ve doktoramı burada yaptım. Hâlâ nanoteknoloji mühendisliği bölümündeyim. Üzerine konuşacağımız proje, aslında bu dönem Tübitak 1001 çağrısında kabul edilen yürütücüsü olduğum proje. Araştırmalarımı nanoteknoloji üzerine, yeşil enerji, sürdürülebilir enerji malzemeleri ve optik malzemeler üzerine sürdürmekteyim.
Bu projeyi geliştirirken ilham kaynağınız neydi?
Bence bilim insanı ilhamı her zaman doğadan alıyor. Doğa bilimci için kaynak her zaman doğadır. Benim proje özelinde de kaynağım aslında doğayı taklit etmekle alakalı. Fotonik kristaller üzerine bir proje.
Konunuzun tam olarak ismi nedir?
Bir boyutlu fotonik yapılardan çeşitli renkölçer algılayıcılar üretmek. Bu tabii biraz bilimsel bir başlık. Bunu biraz daha anlaşılabilir hale getirirsek şöyle söyleyebiliriz: Doğada rengi oluşturan iki tane temel yapı var, bir tanesi renksiz yapılardan renk elde etmek. Bu, ışığın tamamen o yapılarda kırılması ve diğer fiziksel süreçlerle alakalı. Diğeri pigmentler, yani bir takım kimyasallar ile alakalı. Bir elmaya veya bir çiçeğe onun rengini veren pigmenttir ama bir kelebeğe bakıyorsanız kelebeğin kanat yapısında pigmentler yok. Aslında renksiz ama periyodik olarak devam eden yapılar var. Işık bu periyodik yapılara geliyor Yansıma, kırılma gibi bir takım fiziksel süreçlerden sonra kelebeğin kanatlarındaki muhteşem renkleri görebiliyoruz. Zaten kelebeğin kanatlarına bakarsanız farklı açılardan baktığınızda farklı renkler görüyorsunuz. Bu tamamen ışığın oralardan saçılmasıyla alakalıdır. , İşte kelebeğin de kanatlarına rengini veren bu tür yapılara fotonik kristaller diyoruz. Projenin temelinde geliştireceğimiz malzemeleri uygulayacağımız fiziksel yapı buradan geliyor. Diğeri de kelebeğin kanatlarını inşa etmede kullanılan malzemeler. Şimdi ne kullanacağız? Biz bu projede sensör yapmak istiyoruz. Doğada çeşitli kimyasallar var bunların kolayca algılanabilir olması için istiyoruz. Örneğin, evinizin mutfağını düşünün. Doğalgaz kullanıyorsanız o doğal gaz kaçaklarını algılamak için bir sensöre ihtiyacımız var. Bu sensörler genellikle metal oksit sensörler ve bir defa kullandığınızda tekrar kullanamayacağınız sensörler. Çünkü kontamine oluyor ve onun kullanım ömrü bitmiş oluyor. Ayrıca bunlar görece pahalı sensörler sonuçta metal oksit sensörler için bir elektronik sisteme ihtiyacınız var, doğrudan gözünüzle göremiyorsunuz. Renkölçer sensörsörlerin ise çalışma prensibi çok daha basit. Sensör, ortamda algılanmasını istenilen kimyasala maruz kaldığında bir takım fiziksel ya da kimyasal süreçler nedeniyle renginde bir değişme oluyor. İşte bu renk değişimini izleyerek ortamda algılamak istediğimiz kimyasalın olup olmadığını varsa hangi miktarda olduğunu belirlemek renkölçer sensörler vasıtasıyla mümkün.
Az önce bahsettiğiniz pahalı olan sensörlerden tek farkı maliyeti mi?
Tabii ki, çok daha ucuz olacak. Bu son kullanıcı açısından da kullanım kolaylığı sağlar. Doğrudan aslında bunun muadili değil. Mutfağınızda otururken ortamda doğal gaz kaçağı olduğunu düşünün. Aspiratörünüzün üzerinde de bir tane bu sensörden var. Rengi değiştiği anda anlayacaksınız ki kaçak var. Gözünüzle doğrudan algılayabileceksiniz.
Ama bu sensörler tek kullanımlık, değil mi?
Tek kullanımlık ama olmaya da bilir. Bunu proje sürecinde anlayacağız. Bu yapılarda kullanacağımız malzemeler gözenekli malzemeler. Gözenekli malzemelerdeki prensip zaten bu. Sizin analitiniz bu gözenekli malzemelere girecek. Yapınızın fiziksel özelliklerini değiştirdiğinden yapınızda ışık farklı açılarda kırılacağından renk değişecek. Bu malzemelerden bu gazı boşaltmanın bazı yolları var: rejenerasyon için ısıtabilirsiniz. Isıttığınızda gözeneklere dolan o gazınız tekrar uçacak ve sensörünüz eski haline dönecek. Şu koşullarda sensörün tekrar tekrar kullanılabilmesi en azından teorik olarak mümkün. Tabii bu bir araştırma geliştirme projesi yani son ürün geliştirmiyoruz biz burada. Aslında Tübitak 1001 projelerinin amacı bu biraz. AR-GE projeler diye geçer ve laboratuvar ölçeğinde herhangi bir fikri somutlaştırmak anlamına geliyor. Her zaman hedeflediğiniz sonuçlara ulaşamayabiliyorsunuz. Sonuçta deney bambaşka bir şey, teori bambaşka bir şey ama amaçladığımız şeyler kabaca bu.
Bu sensörlerin tekrar kullanılabilmesi için kullanacağınız yöntemlerin doğaya zararı olur mu? Sonuçta zehirli gazlardan söz ediyoruz.
Sensörler zaten çok küçük olacak alanı 1 santimetrekarelik sensörler. Bu sensörün hacmine dolacak gazın herhangi bir anlamı yok aslında doğa açısından. Bu açıdan herhangi bir sorun teşkil etmeyecek.
Gelişmekte olan bir proje dediniz, devamında ne gibi şeyler sizi bekliyor olacak?
Güzel soru. Aslında dediğim gibi Tübitak 1001 arge projelerinde bir fikri somutlaştırıyorsunuz. Sonra zaten temennimiz de bunu bir ürün haline getirmek ve katma değer sağlamak yönünde. Aslında şu anki projeksiyonumuzda mümkün. Yani olmaması için hiçbir neden yok. Bir şirket çalışmamız da var hâlâ devam eden. Çalıştığım malzemeler üzerine bir arkadaşımla devam ettirdiğimiz bir süreç var. Ürün portföyümüze eklemek istediğimiz bir yapı olacaktır bu projeyi başarıyla bitirdiğimizde.
Ne zamandır bu proje üzerinde çalışıyorsunuz?
Bu klasiktir tabii her şey bir deneyim. Sonuçta kültürel ya da bilimle alakalı herhangi bir entelektüel süreçten bahsediyorsak bunlar hep katmanlı şeylerdir, sürekli üst üste binerek devam eder. Newton’ın da söylediği gibi; “Eğer başkalarından daha ilerisini görebildiysem, bu devlerin omuzlarında durduğum içindir.” Bu sorunun cevabı aslında lisanstan beri diyebilirim. Çünkü ben fizik mühendisiyim. Burada malzeme mühendisliği, fizik, kimya var. Bütün bu disiplinlerin bir araya geldiği bir proje. 20 senelik bir eğitim hayatı sonrasında bu proje doğmuştur da diyebilirim. Bu ve bundan sonraki projeler de aynı şekilde olacak çünkü dediğim gibi tüm entelektüel proseslerde her şey deneyim. Bu fikir ilk defa ne zaman aklıma geldi diyorsanız bu ışık 3 sene önce yandı. Okuyorsunuz, literatüre bakıyorsunuz neler yapılıyor ya da neler yapılabilir diye. O biraz hayal gücüne bağlı, doğa bilimciler için hayal gücü çok fazla gerekiyor ve okumak da gerekiyor tabii. Mevcut literatürü takip etmeniz gerekiyor.
Bu süreçte sizi çok etkileyen, esinlendiğiniz bir proje ya da bilim insanı oldu mu?
Zamanında ortak çalışma da yaptığımız Amerikalı bilim insanları,2015’lerde bir makale yayınlamışlardı ama orada bazı eksiklikler vardı. Az önce bahsettiğim kelebeğin kanadındaki yapıların düzgün olarak dağılması gerekiyor ki ışık oradan geldiğinde pürüzsüz bir yüzeyden çok iyi yansıyabilsin. Yüzeyden ışık ne kadar iyi yansırsa o yüzeyden daha doygun bir renk oluşacaktır., Pürüzlü bir yüzey olursa o yüzeye gelen ışık daha kötü yansıyacağı için çok doygun iyi bir renk tonu oluşmayacaktır. 2015’te o grubun yayınladığı makaledeki eksiklik buydu. Zaten araştırmayı orada bırakıyorlar. Daha fazla da araştırma yapılmıyor. 2021’in sonlarında bambaşka bir grup daha küçük kristalleri düzgün bir şekilde bir araya getirmek için birkaç yöntem önerdi. Ben o kimyasal prosesi bu proje için kullanacağım malzemelere kullandım. Küçük kristalleri düzgün bir şekilde bir araya getirme prosesi benim malzemelerim için çalışır mı? Bunu yapmaya çalıştım laboratuvarda. Bu aynı zamanda projenin ön çalışmasıydı ve beklediğim gibi oldu. Kristalleri istediğim gibi düzgün bir yüzeye yayabildim ve ışık o yüzeye geldiğinde gerçekten doygun renkler elde edebildim. Doğrudan bu projeyle de alakalı olmayan farklı araştırma gruplarının farklı kimyasal ve fiziksel proseslerinin bir araya gelmesiyle oluşturulmuş bir proje oldu aslında.
Bu sensörlerin spesifik olarak konumlandırılması gereken bir yer var mı örneğin bir ofis içerisinde düşünürsek bunu -tam olarak kullanım alanları hakkında bir sınırlandırmamız yok sanırım- bir masa üzerinde mi yoksa tavanda mı konumlanması daha uygun olur?
Bunların sabit olmasına gerek yok. Siz ortamdaki herhangi bir analiti algılamak istediğinizde cüzdanınızdan çıkarıp masanın üstüne koyabileceksiniz. Bu bizim arzu ettiğimiz şey. Sabit sensörler yerine cüzdanınızda veya çekmecenizde taşıyabileceğiniz, istediğiniz zaman bir masanın üzerine veya arabanıza koyup doğrudan ölçebileceğiniz bir ürün. Tabii ki burada ışığın geliş açısı önemli. Işık ne kadar dik gelirse sizin o rengi algılamanız çok daha kolay olacak ve son kullanıcı açısından hedeflediğimiz şey bu olacak. Ama bu proje henüz onu hedeflemiyor. Onun için başka bir projeye ihtiyaç var. Bu proje sadece prototip olarak laboratuvar ölçeğinde yapıyı elde etmek, bu gazlara tepki veriyor mu onu ölçmek, tepki veriyorsa hangi ölçüde tepki veriyor ortamdaki en az hangi gaz seviyesine kadar biz analiti ya da o gazı ölçebiliriz onu bulabilmek amacıyla geliştirildi. Sonraki aşamalarda tabii ki başka projelere ihtiyacımız var.
Ciddi bir seviyede olmadıktan sonra sensör algılamıyor mu bu gazları?
Tabii, sonuçta gazın ortamda bir basıncı var ‘’relative basınç’’ dediğimiz bunun hangi seviyeye kadar algılayıcılarda renk değişimine neden olduğunu bulabilmeniz lazım. Bu da projede süreç içerisinde bizim de öğreneceğimiz bir şey. Çok az bir miktarda analit, yapının fiziksel özelliklerini değiştirerek rengini değiştirebilir mi ya da buradaki limit ne? Dediğim gibi, projede bizim de öğreneceğimiz şeyler.
Bu yola çıkış hikayeniz nasıl başladı?
Ben bilim yapmayı çok seviyorum. Tüm üniversite tercihlerimde fizik ve fizik ile alakalı bölümler vardı. Bunun hikayesi de Jules Verne’e kadar gidiyor. Küçüklükten zaten Jules Verne okuyarak süreç başladı: 80 Günde Devri Alem, Denizler Altında 20,000 Fersah, Ay’a Seyahat… Jules Verne muhtemelen benim gibi birçok insanın çocukluğunda bilime karşı yaklaşımını etkilemiştir. Daha sonra Ankara Üniversitesinde olmak benim için büyük bir keyifti. Çok iyi hocalardan dersler aldım. Bugün, naçizane, bilimsel temelimi onlara borçluyum Gerçekten fiziği seven insanlarla çalıştım ve sonra zaten okudukça kendimi geliştirmeye devam ettim. Okumak gerekiyor hangi alanda olursanız olun. Ben bilime şöyle bakıyorum: 21. yüzyıl bilimi renksiz zayıf ve aslında biraz tatsız, bu işin gerçeği. 19-20. Yüzyıla döndüğünüzde bütün bilim adamları polimat insanlar. Şunu demek istiyorum: entelektüel insanlar. Sadece bilimin bir dalıyla uğraşmıyorlar. Felsefe de var içerisinde, , astrofizik, bilim tarihi, sosyoloji, psikoloji… Aynı insan bütün bu dallarla uğraşıyor. Ben de aslında bilime biraz böyle bakıyorum. Gerçekten iyi projeler üretmek için ya da gerçek bir bilim insanı olmak için entelektüel olmak gerekiyor. Ne yazık ki bu mevcut yüzyıl bambaşka bir bilim adamı profili çiziyor: makaleler, sayılar vesaire. Ne kadar sayı varsa o kadar iyi bilim insanısınız mottosunu kafalara yerleştirdiler. Bu mevcut düzende ben iyi bir bilim insanı olmaya çalışıyorum. Hala 19-20. yüzyıl kafasıyla gitmeye çalışıyorum. Bir taraftan sistemin gerektirdiklerini de yerine getirmeye çalışırken benim hâlâ bilime bakışım Jules Verne’in bakışı, Einstein’ın bakışı, Heisenberg’in Schrödinger'in ya da bütün o polimat bilim insanlarının bakışı. Bilim benim için bir bütün. Bunun içinde felsefe de var, psikoloji de, sosyoloji de var; fizik de, kimya da, matematik de var.
Bir yandan okuldaki işlerinizi yürütürken çok zor olmadı mı bu süreç sizin için, nasıldı son 3 yıllık çalışma süreciniz?
Okulun mevcut işlerini yürütmek çok zor değil ama insanlarla uğraşmak ya da sizin tahmin etmediğiniz problemlerle uğraşmak çok daha zor açıkçası. İnsan genelde görünenden korkmaz. Görünen ordadır korkmazsınız ama başınıza gelecekten görünmeyenden her zaman daha fazla korkarsınız. İstenmeyen işler istenmeyen süreçler yaşanabiliyor onlar insanları daha fazla yoruyor, beni daha fazla yoruyor ama az önce bahsettiğim bilim insanı olmak ya da bu yola gönül vermek bazı şeylerden fedakârlık gerektiriyor. Genelde ben 6 ya da 7 gün çalışıyorum haftada. Ailem bu anlamda çok yardımcı oluyor bana, her zaman yanımdalar. Bazen onları uyutup gece geliyorum yani gece 12’de okula geliyorum ve işlerime devam ediyorum. Çünkü vakit yaratmanız gerekiyor bu da çok kolay olmuyor çünkü yarattığınız vaktin sizin hayatınızdan da hayatınızdakilerden de çalmaması gerekiyor. Bu anlamda zorlukları var ama ben bu işe girdiğim günden beri çok sevdiğim için bu işi yapıyorum. Sevdiğiniz yolda bazen zorluklar var ama onu da aşabiliyorsunuz. Bu anlamda çok güzel bir kitap var aslında ilham aldığım kitaplardan bir tanesi de odur. Balzac’ın “Mutlak Peşinde” adlı kitabı. 19. yüzyılda simyacılık çok popüler. Her şeyi altına çevirecek maddeyi bulmak, herhangi metalden altın elde etmek vesaire. Kitap da bir soylunun o malzemeyi bulma serüvenini anlatıyor. Adam bütün servetini harcıyor, kızının çeyiz parasını bile bu yolda ve son nefesinde artık öldü diye bakıyoruz biz ona. Sonra kafasını kaldırıyor ve ‘’Evraka!’’ yani ‘’Buldum!’’ diyor. Son nefesinde bile bunun peşinde. Hala en sevdiğim kitaplardan bir tanesidir Balzac’ın büyük külliyatından. Türkiye'de bilim iki şekilde yapılıyor: bir tanesi meslek, para kazandıran iş. Akademisyenlik ne yazık ki memurluk gibi bir meslek. Ben bugünkü konuşmamızda hep olmak istediğim idealimdeki akademisyenlikten bahsediyorum ya da çabaladığım, o yolda gönül verdiğim insan fotoğrafından bahsediyorum. Ötesi zaten bana uymuyor. Onun için de sürekli vakit ayırmak, kafa yormak, yolda yürürken bile hayal etmek gerekiyor.
Bugünlerde yaygınlaşan bir algı var: hem aile hem akademik hem iş hayatı bir arada yürütülmez, hepsine birden vakit ayrılmaz. Ayrılsa da hiçbirine tam olarak yetemeyiz. Bu süreci yönetme becerisi sizce nasıl kazanılıyor?
Aslında iyi bir zaman yönetimi ile bunun üstesinden gelmek mümkün. Ancak idealler peşinde koşarken üstesinden gelinemeyecek daha büyük problemler var. Örneğin, Türkiye’nin en büyük problemi bence şu anda mevcut sorunumuz: ekonomik problem. Aslında bilim insanı ya da sanatçı olmak için aristokrat ya da bohem olmalısınız. Yani para kazanmak gibi bir derdiniz olmamalı Para kazanma derdiniz olduğunda tabii ki bunlara vakit ayırmak, bilime gönül vermek daha zor oluyor çünkü bir tarafta ekonomik probleminiz varken siz tutup bilimin o entelektüel dünyasına çok girmeniz çok kolay olmaz. Maslow’un Hiyerarşiler Piramit’inde belirttiği gibi ilk önce karnınızı doyurmanız gerekiyor. Entelektüel zevkler o piramidin üstlerinde kalıyor. Karnınızı doyurmadığınız sürece onlar mümkün değil. Yine de, zaman ve para problemlerine rağmen, mümkün olduğunca hayallerinden vazgeçmemeli insanlar. Ben de çok fazla umutsuzluğa düşüyorum ama bir hayal varsa onun peşinden koşmak lazım. İnsan bir defa geliyor hayata. O yüzden 1000 parçaya da bölünebilir, koltuğumuzun altında 1000 tane de karpuz taşıyabiliriz. Belki 5-6’sı düşer, 999 tanesi düşer ama 1 tanesi yine bize kalır. İnsan bence nelere gönül veriyorsa koltuğunun altında kaç tane karpuz olursa olsun hepsini taşımaya gayret etmeli, vakit ayırmalı. Çünkü dediğim gibi, insan dünyaya bir defa geliyor ve gözü açık gitmemeli diye düşünüyorum. Yapmak istediği her şeyi yapmalı. Çaba ve vakit ayırmak gerekiyor ama sonunda o hazzı duymak bambaşka bir şey.
Tavsiyeleriniz ve hoş sohbetiniz için teşekkür ediyorum.