Tasarım denince akla bazen vitrinde gördüğümüz bir saat, bazense hep beğenmiş olduğumuz bir firma logosu geliyor. Peki elektrik çarpacak diye kaymaya korktuğunuz kaydırağı, bilgisayarınızın klavyesini, hatta çorap çekmecenizi de birileri tasarlamamış mıydı? Çevresine çok iyi adapte olmuş ve hiç adapte olamamış tasarımların ortak bir acı gerçeği var: önemsenmemeleri.
Hiç daha kötüsüne denk gelene kadar daha önce yararlandığınız bir tasarımın ne kadar iyi olduğunu fark ettiğiniz oldu mu? Kulak içi silikon kulaklıklardan gri hoparlör ızgaralı o beyaz plastik kulaklıklara geçtiğiniz gün aslında evren size önemli bir mesaj göndermişti, belki de o an çevrenizdeki tasarımları anlamanız için size hediye edilen bir el kitabıydı. Ama unuttunuz ve yazları sıcak ve kuru, kışları soğuk ve ıslak olduğu için her seferinde ayakta beklemek zorunda kaldığınız duraklara alıştınız. Daha iyisiyle değiştirilmeyeceğini bildiğiniz için sadece otobüsünüzü beklemeye devam ettiniz, oysaki daha iyi örnekleri bir yerlerde insanları koruyup kolluyor; onları gerektiğinde serin ya da sıcak tutuyordu.
İşte bu durum, her gün yürüdüğünüz kaldırımlar ve önünden geçtiğiniz cepheler gibi birçok mimari tasarım ürününün kabuslarına giriyor. Çevre koşullarına dair sorunları çözmeye çalışırken sağlam ve estetik kaygısı güden tasarımlar, hiç fark edilmeden ömrünü tamamlayıp aramızdan ayrılabiliyor. Bir binanın penceresinden gelen ışık, iç mekânların rahatlatıcı düzeni veya bir meydanın sosyal hayatımıza katkısı, tasarımın sessiz etkilerinden sadece birkaçı.
Tıpkı otobüs duraklarında olduğu gibi, mimarlık da ancak bir mekânın tasarımıyla ilgili bir sorun yaşadığınızda veya daha iyisini deneyimlediğinizde farkına vardığınız bir sanat dalı. Belki de artık sokakta yürürken ya da durakta beklerken yeni kazandığınız perspektif de omzunuza yerleşir, daha iyi bir yaşam deneyimi için size ortak olur.