İki adam uçsuz bucaksız bozkırın ortasında, sarı otların içinde amaçsızca yürüyor gibi gözüküyorlardı. Güneş tepedeydi ama ısıtmıyordu, artık sonbahardı. Sonbaharda bozkırda açıkta kalmak ölüm demekti, ancak bu iki adam hiç de endişeli görünmüyordu. Yüzündeki kırışıklıklardan görmüş geçirmiş olduğu belli olan adam elinde bastonuyla önden, daha genç olan ise arkadan yürüyordu. Genç olanın sırtında bir tane kürek asılıydı. Bir süre daha gittikten sonra genç olan sordu. ” Usta daha ne kadar gideceğiz? Gün doğduğundan beri yürüyoruz.” Usta bilge ses tonuyla cevap verdi. ” Ne kadar gideceğimizi bozkır bilir oğul.” Bir süre daha konuşmadan yollarına devam ettiler, en sonunda usta bastonunu yere vurdu.
“Burayı kazacaksın oğul, hadi biraz dinlen”. Genç, sırtındaki bağlı olan küreği çözüp yere koydu ve oturdu. Çekinerek sordu. “Usta buranın doğru yer olduğunu nereden biliyorsun? Ya kazdığımızda bir şey çıkmazsa? “. Usta gözlerini uzaklara dikmişti, duruşunu bozmadan cevap verdi “Veren de alan da bozkırdır oğul, verdiğine niye verdin, vermediğine niye vermedin denilmez”. Çırak ustasının cevabından cesaret alarak bir kez daha sordu, “Biz neden kazarız usta? Neden gömülü olanı çıkarmaya çalışırız?”. Usta sisli gözlerini çırağına çevirdi. “Bozkır öyle ister oğul. İster ki biz geçmişten geleni okuyalım ve aynı hataya tekrar düşmeyelim”. Çırak artan bir merakla tekrar sordu. ”Peki usta bu çıkardıklarımız nedir? Garip dikdörtgenler bulup duruyoruz, bazıları büyük oluyor bazıları daha küçük, bazıları kalın oluyor bazıları daha ince. Bunlar bize ne anlatıyor?”
Usta az önce bastonla vurduğu yere geldi, bastonu tekrar aynı yere vurdu ve seslendi “Vur küreği”. Genç yere bıraktığı küreği alıp ustasının bastonunun olduğu yeri kazmaya başladı, bir süre sonra yine o anlaşılmaz dikdörtgenlerden kalın olandan ve ince olandan birer tane çıktı. Usta, yerin altından çıkarılan bu iki nesneyi sanki kırılmasından korktuğu ince bir camı tutuyormuşçasına nazikçe tuttu. Artık güneş yavaş yavaş tepeden inmiş batıya doğru alçalıyordu, usta nesneleri kalın, iç kısmı pamuklu bezle sardıktan sonra dikkatlice kutuya yerleştirdi. Çırak ne olduğunu anlayamadığı şeylere ustasının gösterdiği ilgiyi dikkatlice izliyordu. Usta işini bitirdikten sonra konuşmaya başladı. “ Hadi gel oğul, güneş batıyor. Sana yolda anlatacağım bildiklerimi”. Usta ve çırak yola koyuldular, bir süre gittikten sonra güneş tepede iyice alçalmıştı, gökyüzüne sıcak, sarı bir ton işlenmişti. Sanki bir ejderha alevleriyle gökyüzüne ateşler saçıyordu. Usta yürüyüş temposunu bozmadan konuşmaya başladı. “Bulduğumuz şeyler gören gözlere çok şey anlatır oğul, onlarda geçmişin hatıraları gizlidir. Öyle bir geçmiş ki hem sefaleti hem zenginliği içinde barındırır. Hem büyüyen aynı anda hem de küçülen bir sır vardır içinde. Bulduğumuz dikdörtgenler geçmişin Tanrılarıdır, kalın dikdörtgenin içindeki tanrı, yanında olmayan biriyle görüşme lütfunu bahşetmiştir, ince dikdörtgenin içindeki tanrı ise insanoğluna asla alamayacağı şeyleri alma gücünü bahşetmiştir. Ancak bu tanrılar bozkır gibi değildir oğul. Bir şey veriyorsa mislini geri ister. Eskiler bu tanrılarla antlaşma yaptılar. Birinci Tanrı insanoğluna eğlence ve iletişimi bahşetti ancak onlardan en değerli olanı istedi. İnsanoğlunun zamanını. Diğer tanrı ise daha sinsiydi, insanoğluna bir ekmek verip ondan buğday tarlasını alıyordu, eline ekmek geçen insan ekmeğin gelecek öğünde biteceğini aklına getirmiyordu. Bir ekmek uğruna bütün tarlayı gözü kapalı veriyordu. İşte böylece iki tanrı insanlığın sonunu getirdi, yalnız kendileri de yok olup gittiler insanlıkla birlikte. Ancak bozkır öğüt olsun diye onları sindirmedi, onu bağrında sakladı ki biz ders çıkaralım. İşte böyle oğul, sen de bir gün bozkırı dinlemeyi öğreneceksin ve bunları gelecek nesillere aktaracaksın. Geçmişin tanrıları ölü kalmalı”. İki adam düşünceli bir şekilde, batan güneşin altında sessizce yürümeye devam ettiler.